Muzaffer Ozak
Aşki
Mühür
isim
Anasayfa
Hayatı
Mürşidleri
Eserleri
Ses Arşivi
Fotoğraf Arşivi
Video Arşivi
 

Bu bölümde, Efendi Hazretlerinin 16 Ocak 1969 tarihinde lutfettikleri terceme-i hâllerini bulacaksınız...

Kisve-i tarîk ile -1971

TERCEME-İ HÂL (OTOBİYOGRAFİ-1969)

Hicrî 1332 (Milâdî 1916) yılında İstanbul'da Fâtih kazâsı Karagümrük nahiyesinin Derviş Ali mahallesinde doğdum.

Babam Mehmed Efendi, Konya vilayetinin İnnice Köyü halkından Süleyman Efendi'nin oğludur. Büyük dedem Cebeci Hüseyin Bey'dir.

Annem Âişe Hanım ise Romanya'nın Köstence vilâyetine bağlı Osman Faki köyü halkından kaptan İbrahim Efendi ile Hatice Hanım'ın kızlarıdır. Annemin annesi Hatice Hanım'ın babası es-Seyyid eş-Şeyh Hâfız Hüseyin Efendi, Halvetî tarikatının Nureddîn Cerrâhî kolu Yanbolu Dergâhı şeyhidir. Annemin babası Kaptan İbrahim Efendi'nin büyük dedesi de Baltacı Mehmed Paşa'dır.

Ulemâdan olan babam Mehmed Efendi, İstanbul'da Kurşunlu Medrese'de tahsilini tamamladıktan sonra, tayin olunduğu Şumnu'da, takdîr-i ezelî îcâbı annemle evlenmişler ve bu izdivaçlarından on üç çocuk sahibi olmuşlarsa da, ekserîsi pek küçük çağlarında dar'ül bekâya göçmüşlerdir.

Ben fakir ise, ana ve babamım onüçüncü ve en son evlatları olarak, henüz altı aylık iken, babam Mehmed Efendi zâlimlerden gördüğü zulüm, haksızlık ve mihnetler netîcesinde vakitsiz yorulup yıpranan ve bozulan sıhhatine rağmen, bir gece teheccüd namazını eda niyet ve gayretiyle kalkarak abdest alırken, bir ayağını yıkamış diğerini yıkamağa hazırlandığı sırada, her fani için muhakkak ve mukadder olan âkıbet gelip erişmiş ve ömrü boyunca kalbinden eksik olmayan aşkullah, muhabettullah ve muhabbet-i Resulullah ve mübarek dilinden eksik olmayan zikrullah ve zikr-i Resulullah olduğu halde ecel şerbetini içmiş, zalimlerden hakkını almak üzere mahkeme-i kübrânın inikâd edeceği o büyük cezâ gününe intizâren, can ve gönülden bağlı bulunduğu Rabbine mülâkî olmuş, bizleri mahzûn ve yetim bırakarak âhiret yolculuğu denilen o ulu sefere çıkıvermiştir.

Esâsen ailemiz 1293 yılında anacağımın doğum yeri olan diyâr-ı küfrden, sırr-ı Muhammedî zuhûru ile dar'ül emân olan İstanbul'a hicret ederek bu belde-i tayyibeyi menzil-i mesken ittihâz edip yerleşmiş ve mihmandâr-ı Resulullah'a dehâlet ve ilticâ ile, onun kanadı altında kâfirden gördüğü ezâ ve cefâyı ancak unutabilmeğe çalışırken, babacığımın âlem-i cemâle intikali, firâk ateşini yüreklerimize sarmıştır.

Babamdan intikâl eden ve bizlere ömrümüz boyunca yetecek vüsat ve kifâyette bulunan emvâl ve emlâk, birkaç yıl içinde yine kâfirlerin tasallut ve tecavüzüne maruz kalmış, yelkenli iki gemimiz, Tekirdağ'ına giderken Yunanlılar tarafından batırılmış, en büyüğümüz olan Murat Reis işgal kuvvetleri ile yaptığı bir müsâdemede yaralanmış, lâyıkı vechile tedâvi ve ihtimâm görmediğinden, birkaç ay sonra o da vefât etmiştir.

Kısa fâsılalarla yekdiğerini takîb eden bu iki büyük acının manevî ıztırâbına, hayat ve maişet kayguları da inzimâm edince, başta merhume anacığım olmak üzere, Çanakkale Harbinde şehîd olan Ahmed Dayımın kızları Emine ablamla Müyesser Hanım ve ana-baba bir hemşîrem Hikmet Hanım'dan müteşekkil beş kişilik âciz ve kimsesiz âilenin geçim yükü, çok küçük yaşlarda bulunmama rağmen, sırtıma yüklenmiş ve bu fakîri daha o çağından itibaren dûçar olduğumuz fakr u zarûretle mücâdeleye mecbur etmiştir.

Her ne kadar, amcalarımın halleri ve vakitleri yerinde idiyse de, bize sahip çıkmamışlar, her manada korunmağa ve kollanmağa muhtac bulunduğumuz halde, bizleri hayat ve mukadderâtımızla baş başa bırakmışlardı.

Kısa bir müddet sonra, dayımın kızlarından Emine ablam da lohusalıkla âlem-i cemâle göç eylemiş, hemşîresi Müyesser Hanım da evlenerek bizlerden alâkasını kesmişti. Bu arada hemşîrem Hikmet Hanım da Bursalı Hâfız Sabri Efendi ile evlenerek Bursa'ya gitmiş ve orada yerleşmişti.

Biz, ana-oğul "mütevekkilen alallah" baş başa kalmıştık. Nur içinde yatsın, bir köy kızı olmasına rağmen uyanık bir hanım olan anacığım, her hâl ü kârda tahsilimi de ihmal etmiyor ve behemehal okumamı istiyordu. Besmele-i Şerîfi Karagümrük'de Atik Ali Paşa Camii İmamı Hâfız Cafer Efendi'nin huzurunda çekmiş ve daha sonra Poyraz Sokağında Uşşâkî tarîkatı pîr-i sânîsi olan Cemâl-i Uşşâkî Efendimizin dergâhında, maalesef adını hatırlayamadığım bir hoca efendiden de ilk derslerimi almıştım.

Nihayet Fatih'de bir hoca mektebine devama başladım ve bu mektepte Şevket ve Kamil Efendi'lerden ders aldım. Cumhuriyet inkılâbı ile bu mektep kapanınca, önce Sâliha Hatun ilkokuluna ve daha sonra 20.İlkokul'a devam ederek ilk tahsilimi tamamladım.

Rahmetli anacığım, bu kadarını kâfî görmüyor ve her şeye rağmen benim tahsilime devamımı arzuluyordu. İtiraf ederim ki, ben de okumağa ve öğrenmeğe fevkalade heveskâr ve kâbiliyetli idim. Ne var ki içinde bulunduğumuz fakr u zarûret de şiddet ve dehşetini hergün biraz daha arttırıyordu. İlkokulu bitirdikten sonra kaydolunduğum Gelenbevî Ortaokulundaki tahsil yıllarımı her zaman içim sızlayarak hatırlarım. Hiçbir taraftan gelirimiz olmadığı gibi, Allah tealadan gayrı güvenebilecek kimsemiz de yoktu. Çok geceler ana-oğul aç yatıyor, aç kalkıyorduk. Üst-baş, giyim-kuşam bakımından da aynı ıztırâr ve ihtiyaç içinde idik. Yiyecek ekmek bulamayan sessiz ve kimsesiz bir ana ile 10-12 yaşlarında bir yetim, giyecek elbiseyi ve ayakkabıyı nereden ve nasıl temin edebilirlerdi?

Anacığım beni Darüşşafaka'ya veya askerî okullardan herhangi birisine vermek ve böylelikle hem tahsilimi, hem üst-başımı hem de yiyeceğimi teminat altına almak istiyordu. Fakat ne çare? Bütün kapılar sanki yüzümüze kapanmış, elimizden tutacak, bize yol gösterecek, böyle bir hayırlı işe vâsıta olabilecek hiç kimse de çıkmamıştı. Annemin çalıştığı bazı evlerden verilen eskileri giyiyor, onun canını dişine takarak sağlayabildiği birkaç kuruşla günümüzü gün etmeğe çalışıyorduk. Bu mahrumiyet ve sefâlete daha ne kadar ve nasıl tahammül edilebilirdi?

Her sünnet çocuğu gördüğüm zaman içim burkularak hatırladığım bir olayı, kendi sünnet cemiyetimi de anlatmadan geçemeyeceğim. Aksaray'da Muratpaşa'da bir mektebde, yetîmler için yapılan bir cemiyetde sünnet edilmişdim. Birlikte sünnet olduğumuz çocuklara birçok ziyaretçiler geliyor ve kendilerine birçok hediyeler getiriyorlardı. Benim yanımda ise bîçâre anacığımdan başka kimsem yokdu. Hediye getirmek şöyle dursun, hatırımı soran bile olmuyordu. Zavallı anacığım, başkaları için sevinç ve saâdet vesilesi olan böyle bir günde, hayatdaki tek dayanağı biricik oğlunun bu ilk mürüvvetinde, gözlerinden akan kanlı yaşları, sürûr ve neş'e tezâhürleri ile örtmeye ve gûyâ beni avutmaya çalışıyordu. O günün tek ve en değerli hediyesini de yine O'ndan almışdım. Bu hediye, mukavvadan kesilmiş ve kaba renklerle boyanmış bir "Karagöz" idi. Herkes cicili-bicili oyuncaklarıyla oynar ve oyalanırken, ben de anacığımın hediyesi olan "Karagöz"ümle avunmuşdum. Onun için "Karagöz"ü hâlâ çok severim..."Karagöz"ün bana o günkü iyiliğini ve fedâkârlığını hiç unutmam ve nerede bir "Karagöz" görsem, onun donuk ve soluk renklerinde anacığımın gözyaşları ile ıslanan hüsrân ve ıztırâbını bulurum...

Fakr u zarûretten mütevellid, ağır ve dayanılmaz baskılar altında, ağlaya ağlaya mektepten ayrılırken neler hissettiğimi kelimeler ve cümlelerle ifâde edebilmek cidden mümkün değildir. Şu kadarını söyleyebilirim ki, tahsili terk etmek bana açlıktan da düşkünlükten de mahrumiyet ve sefaletten de ağır gelmiştir. Rabbim bu acıyı kimseye göstermesin...

Gençlik yıllarından bir portre..

Beni önce Atpazarı'nda bir saracın yanına vermişlerdi. Bir müddet sonra oradan ayrıldım ve Zindankapısı'nda huysuz ve aksi bir ihtiyarın yanına girdim. Bu zatın zulümlerini ve haksızlıklarını hatırladıkça, hala ürperir ve bir insanın bu derece zâlim, geçimsiz ve dirliksiz olabileceğine bir türlü akıl erdiremem. Olur olmaz her şeye kızar, sebepli sebepsiz azarlar, akrep gibi sokmak için âdetâ bahâne arardı. Bana 35 kuruş gündelik verdiği halde, rastgele bir hamalın bir liraya götürmeyeceği ağır yükleri, evinden dükkanına dükkanından evine taşıtır, bir dakika soluk aldırmaz, akşamlara kadar durmadan, dinlenmeden çalıştırırdı.

Tereddüt etmeden söyleyebilirim ki, bu zatın haksızlıklarına ve huysuzluklarına ancak îmân gücümle mukâvemet edebiliyordum. Çünkü bütün bu ağır şartlara rağmen, muntazaman namazımı kılar, okunan Kuran-ı Kerim'i olanca dikkatimle dinler, manasını anlayabilmek için Cenab-ı Hakk'dan feyz ve ilham niyâz ederdim.

İşte o günlerden birisinde Sultan Selim Cami'sinde nur yüzlü bir zât-ı şerîf ile karşılaştım. Vakit namazlarına sadakatle devam ettiğimi gören bu zât benimle alâkadar oldu, derdimi dinledi, durumumu öğrendi.Tahsile ve be-tahsis Kuran-ı Azîmü'ş-şân'a olan bağlılığımı takdîr ve teşvîk ederek, bıraktığım yerden başlamak sûretiyle, Kuran-ı Mübîn'i bana talime başladı. Neyleyim ki, kader hükmünü icrâda gecikmedi ve Abese sûre-i celîlesini ezberlediğim gün, hocam âhirete göç etti. Bu muhterem zât, Yavuz Sultan Selim hazretlerinin türbedârı Hoca Hâfız Şâkir Efendi idi. Mevlâm garka-i garîk rahmet ve makâmını cennet eyleye.

Hâfız Şâkir Efendi merhûmun hakkımdaki teveccüh ve alâkası netîcesi olarak, aynı cami-i şerîfin hademesi de beni çok seviyorlardı. Hayat ve maişet yükünün zahmet ve meşakkatleri arttıkça, bende olan aşk-ı ilâhî de hergün biraz daha artıyor, îmânın haz ve gururuna, islâmın şuur ve süruruna varıyordum. İçinde bulunduğum ağır şartlara rağmen, birçok zevâtın hizmet ve vazîfelerini seve seve yapıyor ve bununla âdetâ iftihar ediyordum. Bu hizmet ve gayretlerim gözlerinden kaçmamış olmalıdır ki, hasta ve yatalak bir ihtiyar olan Mehmed Efendi'nin vazîfesini kendi aralarında idâreten bana tevcîh etmişlerdi.

Yanında çalıştığım ihtiyarın, taşıyamayacağım kadar ağır bir yük yüklemesi neticesi kasığım incindiği gün, işinden çıkarılmış ve hiç unutmam 35 kuruş gündeliğim evimize gönderilmişti. Bununla beraber memnun ve mesud idim. Çünkü bu huysuz ve aksi zatın hizmetinden kurtulmuştum. Dînî tahsilime devamıma imkan verecek rahat bir iş aramaya başlamıştım. Bir bildik tavsiyesi ile İstanbul Darphanesi'ne müracaatta bulundum. Bu arada camideki görevime de devam ediyordum. Darphane'ye işçi olarak kabul edildiğimi haber verdikleri gün, hıfzımı tamamlamaya çalışıyordum.

Nihayet Allah Teala'nın avn u inâyeti ve hocam Gümülcineli Mustafa Efendi'nin himmet ve gayreti ile hıfzımı bitirmiş ve arabiyata başlamıştım. Fatih Cami-i Şerîfi başimamı Mehmed Rasim Efendi'den hurufat tahsil ediyor, Ayasofya'da Hacı Hayrullah Efendi'den tefsir dersleri alıyordum. Hocalarımdan Abdurrahman Sâmî Efendi'nin vefatından sonra, rüyada bir zât tarafından vâki olan manevî emir üzerine Fatih Türbedârı Ahmed Amîş Efendi Hazretlerinin halîfesi Ahmed Tâhir Marâşî'den tasavvuf ve hâl ilmini tahsile başlamıştım. Bu arada dersiamdan Hüsrev Efendi'den Buhârî ve Hidâye, Kemahlı Mahmud Efendi'den Müslim-i Şerîf, Kastamonulu Ahmed Efendi ile Beşiktaşlı Cemal Efendi'den de tefsîr ve âdâb okuyordum.

Sarıyer Müftüsü Hüseyin Hüsnü Efendi tarafından imtihan edilerek, Sarıyer Fahrî Vâizliğine tayîn olunduğum günkü sevinç ve heyecanımı hâlâ unutamam.

Bundan sonra, önce Ali Yazıcı Camii'ne ve müteâkıben sırasıyla Soğanağa, Kefeli ve Bayezid Cami-i Şerîfleri müezzinliklerine tayîn edildim. Nihayet geçirdiğim son bir imtihanla, Vezneciler'de Camcı Ali Camii imam ve hatipliği uhdeme tevdi kılındı. Bu cami-i şerîfde vazîfe gördüğüm sırada dersimi dinleyen Diyanet İşleri Reisi Ahmed Hamdi Efendi merhûm, bütün İstanbul camilerinde va'z u nasîhatde bulunmama müsâade olunması husûsunda o zaman İstanbul Müftüsü olan Ömer Nasûhî Efendi Hazretlerine emreyledi.

1939 yılında, Bayezid'de Sahaflar Çarşısı'nda bir dükkan açmış bulunuyor, bir yandan da muhtelif camilerde vazîfeme devam ediyordum. Bu arada yine boş durmuyor, yeni bir şeyler öğrenmek ve müktesebâtımı genişletmek azim ve gayretiyle, her çâreye başvuruyordum. Merhûm Zekâî Dede Efendi'nin mahdûm-i mükerremleri Hâfız Ahmed Efendi'nin talebesi olan, Bakırköy Müftüsü İsmail Hakkı Bey'den de mûsıkî talimine başlamıştım.

1936 yılından itibaren de Güzel Sanatlar Akademisi'ne talebe olarak kayıt ve devama başlamış, Hattat Hacı Nûri, Hattat Hacı Kâmil ve Tuğrakeş İsmail Hakkı Bey'lerden yazı talim etmiş ve tezhip sanatı üzerine de çalışmıştım.

Zikrullah 1970'ler

Mürşidim Ahmed Tâhir Efendi hazretleri, âlem-i cemâle göç edince, emr-i manevî ile Karagümrük'de Nureddîn Cerrâhî Postnişîni ârif-i billah, vâsıl-ı ilallah es-Seyyid eş-Şeyh İbrahim Fahreddin Efendi Hazretlerine intisâb ettim. Müşârünileyh Efendi Hazretlerinin de âlem-i cemâle intikâli üzerine ve yine emr-i manevî ile bu dergâhda türbedârlık görevine başladım. Bi-iznillahi tealâ bu vazîfeme sıdk u hulûs ile devam etmekteyim.

Aynı zamanda Fâtih, Eyüp Sultan, Sultan Bayezid, Sultan Ahmed, Yeni Câmi, Sünbül Sinan ve Bayezid'de Çadırcılar'da Bayezid Han'ın Sakabaşısı Durmuş Baba ki, nâm-ı diğer Câmili Han'da fahriyyen  irşâd vazîfesiyle de meşgul bulunmaktayım ve Allah Tealâ'nın murâdı kadar yine de meşgûl olacağım.

İki defa evlendim. İlk âilemden çocuğum olmadığı için, ikinci bir izdivac daha yaptım. Bir kız çocuğum oldu. Bir ismi Fâtıma ve diğer ismi Âişe'dir. Ehl-i Beyt'e muhabbettim dolayısıyla yavruma Fâtıma adını verdim. "Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat"den olduğum için de Âişe adını verdim ki kızımın bu isimlerle tesmiyesi de emr-i manevî ile olmuştur. Hâlen ikinci bir yavru daha beklemekteyim. Kız veya erkek indimde müsâvîdir. Yeter ki hayırlısı olsun...

Allah Teâlâ'nın izni ve keremi ile yedi defa "Haremeyn-i Şerîf"e yüz sürdüm, elhamdülillah...

Naçiz eserlerim şunlardır :

İRŞÂD : Birinci Cilt 10 Risâledir
İRŞAD : İkinci Cilt 11 Risâledir

Bu kitaplar muhtelif cami-i şerîflerdeki vaazlarımdan bazı derslere ait uyarıcı ve aydınlatıcı bahislerdir.

Bunlardan başka, Vasiyetnâme-i İmâm Birgivî, Huccetü'l İslam, Mızraklı İlmihal, Mecmau'l Âdâb gibi daha isimlerini hatırlayamadığım birçok değerli eserleri mümkün olabildiği kadar sadeleştirerek yeni Türk harfleri ile neşir ve tabedilecek derlemelerim vardır. Allah Teâlâ indinde makbûl ve mergûb olsun...