NAĞME-İ AŞK YENİLENDİ VE ŞURAYA TAŞINDI.

BU SAYFALAR 2015 BAŞINDAN BERİ GÜNCELLENMEMEKTEDİR.

LÜTFEN BİZİ ARTIK BURADAN TAKİP EDİNİZ...

 

 

Mustafa Düzgünman üstâdımızın arşivimizdeki ses kayıtlarına buradan ulaşabilirsiniz...Bu ses kayıtlarını lutfederek yayınlamamıza müsaade eden Nûrullah Özdem Beyefendi'ye minnettarız....

Mustafa Düzgünman bu eserleri 1985 senesinde bantlara okurken kendisi, eserleri meşk ettiği hocaları ve eserler hakkında kısaca bilgi de vermiş...Bu açıklamaları ihtiva eden ses kaydına buradan ulaşabilirsiniz...

 

MUSTAFA DÜZGÜNMAN

9 Şubat 1920’de İstanbul Üsküdar’da Sultantepe’de doğdu. Babası, aynı semtteki Abdülbâki Efendi ve Aziz Mahmud Hüdâyî camilerinin imamlığını yapan Sâim Efendi’dir. İlk tahsilini tamamladıktan sonra babasının Üsküdar çarşısındaki aktar dükkânında çalışmaya başladı. Bu sırada annesinin dayısı hattat Necmeddin Okyay onu, hocalık yaptığı Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nin Türk Tezyinî Sanatları Bölümü’ne kaydettirdi (1938). Burada Necmeddin Okyay’dan eski tarz cilt ve ebru öğrenerek kısa zamanda kabiliyetiyle dikkati çekti, diğer kıymetli hocalardan da faydalandı. Ancak hayat şartları sebebiyle bir müddet sonra okuldan ayrılarak tekrar baba mesleği olan aktarlığa döndü. Vefatına kadar titizlikle sürdürdüğü bu meslekte işinin ehli güvenilir bir esnaf olarak tanındı.

Akademideki talebeliği yıllarında “şemse” denilen klasik cildin güzel örneklerini imal eden Düzgünman, bir müddet sonra o sırada çok az meraklısı bulunan bu sanatı da terketmek zorunda kaldı. Özellikle 1957’den itibaren daha fazla zaman ayırdığı ebruculukla meşguliyetini ise ölümüne kadar sürdürmüştür.

Çeşitli konularda yeniliğe açık olduğu halde ebru sanatında klasik anlayışa sımsıkı bağlı kalan ve bu hususta modern uygulamalara iltifat etmeyen Düzgünman, ebruculukta kendisini geçtiğini söyleyen hocası Necmeddin Okyay’ın bu sanata kazandırdığı çiçekli ebru çeşitlerine papatyayı eklemiş, ayrıca çiçek şekillerini de ıslah etmiştir. 1940’ta başlayıp ölümüne kadar elli yıl süren ebruculuğu sırasında 1967’den itibaren çeşitli sergiler açan ve bazı sergilere katılan Düzgünman, hem eserleriyle hem de yetiştirdiği öğrencilerle bu sanatın tanınmasına ve yayılmasına hizmet ederek son otuz beş yılın ebruculuğuna âdeta damgasını vurmuş bir sanatkârdır.

Mustafa Düzgünman, ebru sanatı dışında dinî mûsikiyle de meşgul olmuş ve tasavvuf zevkini Hâfız Eşref Ede’den almıştır. Mızıka-i Hümâyun’da yetiştiği için “Mızıkalı” lakabıyla anılan Hâfız Muhittin Tanık, Üsküdar’daki Çarşamba Rifâî Dergâhı şeyhi Hayrullah Tâcettin Yalım ve Üsküdar Rifâî Âsitânesi şeyhi Hüsnü Sarıer gibi kıymetli hocalardan istifade etmiştir.

Soldan Sağa : Eşref Ede, Mustafa Düzgünman, Necmeddin Okyay

Aziz Mahmud Hüdâyî Camii’nde uzun yıllar cuma günleri iç ezan ve teravih namazı aralarındaki ilâhi okuyuşuyla iyi bir icracı olarak da tanınan Düzgünman’ın, bir kısmının güftesi kendisine ait olmak üzere değişik makamlarda bestelediği yirmi kadar ilâhisi vardır. Onun bestekârlık tarafını gösteren ve son yılların dinî mûsiki repertuvarı açısından ayrı bir değer taşıyan bu ilâhiler, vefatından önce yakın arkadaşı neyzen Niyazi Sayın tarafından notaya alınarak tesbit edilmiştir. Ayrıca vaktiyle meşkettiği dinî eserleri son zamanlarında banda okuyarak tesbit edilmelerini sağlamıştır.

1953’ten 1979’a kadar yirmi altı yıl müddetle Aziz Mahmud Hüdâyî Dergâhı’nın türbedarlığını yapan Düzgünman, halk ağzıyla koşma tarzında bazı şiirler de yazmıştır. Bunlar arasında, ebrunun tarihçesi, özellikleri ve mahiyetini anlatan yirmi kıtalık “Ebrûnâme”si en tanınmışıdır (metni için bk. Yeşilay, nr. 432 [Kasım 1969], s. 2).

Kıymetli tesbihler, yazı levhaları, kendi ebruları, şemse tarzında yaptığı kitap kabı, kutu ve çerçevelerden oluşan koleksiyonu halen ailesinde bulunmaktadır. Ayrıca eski tarz körüklü fotoğraf makinasıyla 1000’e yakın hat örneğini emülsiyonlu cama tesbit etmiş, bazıları Kalem Güzeli (Ankara 1981) ve İslâm Mîrasında Hat Sanatı (İstanbul 1993) adlı eserlerde yer alan bu fotoğraf camlarının asılları daha sonra kendisi tarafından Türkpetrol Vakfı’na hediye edilmiştir.

12 Eylül 1990 Çarşamba günü vefat eden Mustafa Düzgünman’ın kabri Karacaahmet Mezarlığı’ndadır.

BİBLİYOGRAFYA: M. Uğur Derman, Türk Sanatında Ebrû, İstanbul 1977, s. 49-51, ayrıca bk. İndeks; “Türk Ebrucûluğunu Dirilten Adam”, Hayat, sy. 47, İstanbul 1972, s. 20-21; “Ebrû Ustası Mustafa Düzgünman”, Köprü, sy. 18, İstanbul 1978, s. 11-14; “Mustafa Düzgünman”, Doğuş, sy. 19, İstanbul 1985, s. 12-13; Uğur Göktaş, “Son Ebrû Ustası Mustafa Düzgünman”, Türkiyemiz, sy. 49, İstanbul 1986, s. 27-31; “Ebrû Sanatı”, THY Magazin, sy. 74, İstanbul 1989, s. 24-25; Osman Turan, “Mustafa Düzgünman Bibliyografyası: Bir Deneme”, STAD, sy. 10 (1991), s. 47-50; “Mustafa Düzgünman’ın Çiçekleri”, Zaman, İstanbul 23 Nisan 1992, s. 11.

M. Uğur Derman

TDV İA

Mustafa Düzgünman Ropörtajı

Ebru 

Mustafa Düzgünman üstâdımızın ebrûlarından bazılarını aşağıdaki linkten görebilirsiniz :

Ebrûlar

Mustafa Düzgünman üstâdımızın tesbit edebildiğimiz besteleri şunlardır :

Eser Adı Söz Yazarı Makam Form Usul
Alada bir servi bitmiş  Belirsiz  Segah  İlahi  Düyek
Derdimizin dermanıdır hazret-i pir efendimiz  Mustafa Düzgünman  Eviç  İlahi  Düyek
Ey gönül şol şah-ı alişanı gör  Aziz Mahmud Hüdai Hz.  Acem Kürdi  İlahi  Evsat
Hulus-i kalb ile kamil yüzün sür hak-i payına  Raşid Efendi - Baba Neyzen  Hicazkar  İlahi  Devr-i Hindi
Kıble-i mihrabımızdır hazret-i pir Hüdai  Mustafa Düzgünman  Acem Aşiran  İlahi  Düyek
Vaka-yı şah-ı şehid-i Kerbelayı guş edip  Hayrullah Taceddin Efendi  Segah  İlahi  Düyek

Mustafa Düzgünman üstâdımızın bazı şiirlerini de teberrüken kaydediyoruz :

KASÎDE-İ TÂCİYYE-İ CELVETİYYE
 
Dârü’l-amân bir kubbedir
Tâc-ı Sultân Hüdâî
Bahr-i aşkdan bir habbedir
Tâc-ı Sultân Hüdâî

Onüç taksim zirvesinde
Heybet vardır çevresinde
Reng-i envar zerresinde
Tâc-ı Sultân Hüdâî

Ehli olan giyer onu
Hayır olur elbet sonu
Başa devlet bilir bunu
Tâc-ı Sultân Hüdâî

Âlem içre şemse timsâl
Şuâpâş hem zünrüd misal
Olmaz ona hiçbir emsâl
Tâc-ı Sultân Hüdâî

Oniki harf lafz-ı tevhîd
Tâcda saklı sırr-ı tefrîd
Onüç eder bunu te’yîd
Tâc-ı Sultân Hüdâî

Hâmildir o şerî’ati
Tarîkati ma’rifeti
Gösterir hem “ehl-i beyt”i
Tâc-ı Sultân Hüdâî

Lutf-i Hakk’la ehl-i cennet
Giyer başa tâc-ı celvet
Aşk ehline büyük izzet
Tâc-ı Sultân Hüdâî

Zirvesinde çevrelenmiş
Onüç taksimle bezenmiş
Âriflere ma’nâ vermiş
Tâc-ı Sultân Hüdâî

Açar kalbe bâb-ı safâ
Olmaz orda gam u cefâ
Hem kâse-i kevser şifâ
Tâc-ı Sultân Hüdâî

Yedullahdır mürşid eli
Tâlib olan eder belî
Tâc giydirir ona velî
Tâc-ı Sultân Hüdâî

Âşık arar Mevlâ’sını
Görmez Hakk’ın deryâsını
Gösteren bak Leylâ’sını
Tâc-ı Sultân Hüdâî

İlm ü irfân ondadır hep
Sırr-ı Sübhân ondadır hep
Fazl u kemal ondadır hep
Tâc-ı Sultân Hüdâî

Zât u sıfât mevhûm değil
Sûret ma’nâ ayrı değil
Baş tâcımız gayrı değil
Tâc-ı Sultân Hüdâî

Gördü gözüm meyletdim ben
Açdı özüm seyretdim ben
Mustafâ’yım mestoldum ben
Tâc-ı Sultân Hüdâî

30 Nisan 1955, Ramazân-ı Şerîf

Kıble-i mihrâbımızdır Hazret-i Pîr Hüdâî
Sînede mehtâbımızdır Hazret-i Pîr Hüdâî
Canda cânânımızdır dilde de îmânımız
Zikrimiz ezkârımızdır Hazret-i Pîr Hüdâî

Derdimizin dermânıdır Hazret-i Pîr Efendimiz
Gönlümüzün sultânıdır Hazret-i Pîr Efendimiz
Derûn içre yanmaktadır çerâğ-ı pîrânesi
Azîz Mahmûd Hüdâî’dir Hazret-i Pîr Efendimiz

Ebru 

EBRÛNÂME

Ebrûdaki görünen şu nukûşâta iyi bak
Şu’ûnât-ı ilâhîdir sıfatından ayân Hak
Nakş-ı sun'un pertevinden Hubb-i Rahman âşikâr
Rü’yetullah sırrıdır bu müsemmâdır her varak

Zannetme ki bu eşkâlin hâlikıyız senle ben
Gâfil olup şirke dalma bir fâildir iş gören
Fırça çanak boya tekne vâsıtadır bilmiş ol
Hep suver-i ilmiyyedir mezâhirde görünen 

Türlü türlü şekillerle arz-ı dîdâr eyleyen
Kitâb levha sâir eşyâ zeyn-i envâr eyleyen
Şuh ve câzip hatlarıyla kalb-i insân zevkiyâb
Saltanât-ı ebrûdur bu aşkı izhâr eyleyen

Onaltıncı yüzyılında Tûrân ebrû mebdei
Orda zâhir olmuş ammâ burda bulmuş neş'eyi
Yüce Türkler ülkesinde kemâl bulmuş bu hüner
Rabbim dâim hıfz eylesin ebrû yapan zümreyi 

Ebrû demek “ebr” demek yâni gökteki bulut
Âb-ı rû da tutar ma’nâ su yüzüdür et şuhûd
Bir kelâm-ı fârisîdir ebrû insân kaşları
Her tevcîhe sezâdır kim ma’nâsı da pek velûd 

Kadîm ecdâd yâdigârı müzeyyen bir san'âtdır
Tabiatden mülhem olan bu nakışlar mir'âtdır
Sâni-i Hak sun'undan hep kendi kendin seyreder
Nakış nakkâş şey-i vâhid bir vahdet-i hikmetdir 

Bu meslekde çok ustalar emek verip yetişmiş
Biz yetişdik zevâline hepsi Hakk’a göç etmiş
Büyük üstâd Özbek Şeyhi Edhem Kâmi Efendi
Hezâr-fen pür-ma’rifet bu san'âtda pîr imiş 

Son zamanlar şems-i ebrû gurûb etmiş nâgihân
San'atkârı kalmamış hiç ne de işden anlayan
Bir er çıkmış Üsküdar'dan ihyâ etmiş bu zevki
İsmi hattât Necmeddîn'dir tek üstâddır bu zamân 

Üstâdımız Necmi Molla çığır açmış bu işde
Azimkârdır muktedirdir anlayışda sezişde
Lâle sünbül karanfille bezendirmiş ebrûyu
Ta’lîm etmiş tâliblere zevâl yok bu gidişde 

Dest-i zenkde ezilir hep renkli cism-i boyalar
Sarı zırnık inatçıdır ebrûcuyu oyalar
Zırnık lâhur gül bahar al ebrûda hep esasdır
Bu dört renkle çok renk olur bu cümbüşte neler var 

Bu çeşitli boyaların cilvegâhı teknedir
Rahm-i mâder gibi sanki reng-i vusla teşnedir
Tekne içre kitre mahlûl bekler sırr-ı fıtratı
Bazen tutar bazen tutmaz bir acâib nesnedir 

Ayrı ayrı çanaklarda boyaların kıvâmı
Su öd ile ayarlanır başlar işin devamı
Kitreli su üzerine fırçalarla boyalar
Serpilerek nakşedilir kâğıda çıkar tamâmı 

Ta’rîf gerçi kolay amma tatbîkatda güçlük var
Tecrübesiz yapılırsa insân olur bî-karar
Görünüşe aldanıp da çok kolaymış deme sen
Bir ihtisâs işidir bu âşık olan er yapar 

Mütenevvi’ şekillidir ebrûların sûreti
Battal hatip taramayla gör âsâr-ı kudreti
Karanfille lâle sünbül papatyayla menekşe
Taraklı da tezyîn eder bu elvân-ı kesreti 

Ebrû yapan seyredende gam kasâvet bulunmaz
Gönülleri tenşît eder zevkle doyum olunmaz
Yapan hayran bakan hayran alan satan hep hayran
Bu ebrûdan zevk almayan ebrûcuya yâr olmaz 

Nazar kıldık kâinâta baktım mutlak ebrûya
Vech-i yâri ayân gördüm salât etdim bu “rû”ya
Kenz-i mahfî tezâhürü aşk-ı Hüdâ nümâyân
Ebrû görüp Allah dedim erdim kalbî duyguya 

Bî-hudûd zevk-i elvân ebrûculuk san'âti
Erbâbının nazarında çokdur onun kıymeti
Her varakda sırr-ı cemâl âşikârdır zâhidâ
Bu ebrûlar bu safâlar hepsi aşkın hikmeti 

Ben ebrûya âşık oldum düşdüm onun peşine
Leylâ gibi nazlar etti yaramadı işime
Bir aralık isyân ettim görmedim hiç iltifât
İnsâf edip yüzün güldü işler açtı başıma 

Besmeleyle tezgâh açıp ebrû yapan kişiyiz
Fırça ile su üstünde hüner satan kişiyiz
Üstâdımız Özbek Şeyhi hem Necmeddin hocadır
Büyüklere boyun kesip Hakk’a tapan kişiyiz 

Ey Mustafâ nakş-ı sevdâ sana neler öğretti
Derûnunda duran nakkâş "Eynemâ"yı öğretti
Bâb-ı ebrû rehnümâdır vech- bâkî fehmine
Ârif olan bu ezhârı bir noktadan seyretti

Aşağıda Mustafa Düzgünman’ın güzel tesbihlere olan hayranlığını dile getirdiği bir şiirini bulacaksınız.

20 Şubat 1958 Cuma gecesi dört arkadaş (Ahmet Düzgünman, Niyazi Sayın, Uğur Derman, Mustafa Düzgünman) Teşvikiye, Kalıpçı Sokak, Villa Apartmanı’nda mukîm, vâli mütekâidi Sedad (Erim) Bey’in nezdinde mahfûz, merhûm Halil Usta’nın tesbihlerini görmeye gitmemiz münasebetiyle hatıra :

Yağmurlu bir gece idi fırtınalı hem soğuk
Üsküdar’dan Teşvikiye nâmı semte doğrulduk

Sokak sorup vasıl olduk Sedad Bey’in evine
Karşılayıp aldı bizi odasının birine

Eski ahbâb beyefendi sevimli hem hoş-kelâm
Sohbetiyle etti tenvîr bizden ona çok selâm

Hânesinin içi mefrûş eserlerle müzeyyen
Yazı resim çini tezhîb nev’ilerle mülevven

Derken Hazret yan odadan getirdi bir hazîne
Bir de baktık tesbîhlermiş el-hak sanki defîne

Amân Yâ Rab bu ne san’at bu ne eltâf-ı dilrubâ
Bu meşherin ezvâkına insân eyler iktidâ

Üstâd merhûm Halîl yapmış rûh-ı san’at mücessem
Tesbîhciler kutbudur bak âsâriyle müsellem

Kuka sandal demirhindi zergerdan bağ hem köknar
Sırça kuka zeytinağcı kehrübâyla narçıl var

Üveydâri ödağcıyla mâverd de var içinde
Oltu taşı gümüş kamçı hepsi başka biçimde

Bordo rengi alacalı sarı bağlar pek enfes
Kuka tesbîh şâheserdir oymaları bir kafes

İmâmeler duraklarla tepelikler halkalı
Oyma nakış sâde güzel rengârenk hem dalgalı

Zeytinağcı tesbîhe bak nâka gibi ışıldak
Kehrübânın buzlusu da câzibeli yuvarlak.

Altı dâne ölçüsünde imâmeler çok güzel
Zarîf hadde ince delik tepelikler bî-bedel

Ödağcıyla mâverd sandal üveydâri pür-san’at
Kokuları çekimleri hayrân eder hem dilşâd

Şalgamiyle beyzî şekil uçlularla yuvarlak
İmza atmış tepeliğe tamam olmuş san’at bak

Uğur Bey’le Niyazi’miz almış ele bir kalem
Biri çizer biri yazar her birimiz bir âlem

Halil Usta ne adammış nasıl yapmış bunları
Rûhu coşmuş zevkı taşmış ayân etmiş nûrları

Tesbîhlerin âmili hiç ölmemiş de yaşıyor
Zevk-i selîm san’atkârı anıp insân şaşıyor

Rahmet olsun Halil Usta şâd ettin sen bizleri
Müsterih ol zâil olmaz san’atının izleri

Dört arkadaş hayrân olduk sersemledik âdetâ
Akıl serhoş gönül bî-hûş doymadık bu vuslata

Şu’ûnât-ı İlâhî’dir merâyâda görünen
Ârif bilir kimdir nakkâş nukûşiyle övünen

Mezâhirde sırr-ı Ali numâyândır hoşca bak
“Küntü kenzen” esrârıdır hak gözüyle iyice bak

Ehl-i Beyt’in hürmetine Yâ Rab Halil kulunu
Taksîrâtın afv eyleyip cennet eyle yolunu

Memnûn mesrûr müteşekkir ol hâneden ayrıldık
Avdet edip eve geldik dîvâneden sayıldık

Ey TÜRBEDÂR fakîrâne karaladın hayli laf
Hiç kıymeti yokdur ammâ aşk söyletdi bir tuhaf

(Mustafa Düzgünman, 27 Şubat 1958)